Haber: N. Nuri Yavuz
Bursa Uludağ Üniversitesi (BUÜ) Rektörü Prof. Dr. Ahmet Saim Kılavuz, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar ve farklı üniversitelerin rektörlerinden oluşan heyetle birlikte geçen ay sonunda yükseköğretim alanında iş birliği için Özbekistan’ı ziyaret etti. Ülkede resmi temaslarda bulunan heyet, ‘Özbekistan ve Türkiye Arasında Yüksek Öğretim Alanındaki İş Birliği Beklentileri’ konulu toplantıya katıldı. Taşkent, Semerkant ve Buhara kentlerindeki devlet üniversitelerini inceleyen heyet, tarihi şahsiyetlerin türbelerini de ziyaret etti. Heyet, Taşkent'te Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) yetkilileriyle de bir araya gelerek iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler ile eğitim alanında yapılan faaliyetleri değerlendirdi. Tarihe not düşmek ve bir tarihi tanımak adına BUÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Saim Kılavuz ile ziyaretin düşünsel derinliği üzerine konuştuk.
---
Hocam, Özbekistan ziyaretiniz sonrası Bursa’da katıldığınız bir programda 3B formülünden bahsettiniz. Ziyareti irdelemeden önce bize biraz bu formülü anlatır mısınız?İslam Düşüncesi’nin 3 temel ayağı var. Birisi inançla ilgili ona ‘Kelam ve Akaid’ diyoruz, ikincisi amelle ilgili ona ‘Fıkıh’ diyoruz, üçüncüsü de ahlak ve vicdanla alakalı onunla da ‘Tasavvuf İlmi ve İrfan’ meşgul oluyor. Önemli bu üçünün iç içe geçmiş olmasıdır.
Cibril Hadisi’nde nakledildiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) sahabeyle sohbet ederken Cebrail aleyhisselam insan suretinde geliyor ve soruyor; ‘İman nedir?’, ‘İslam nedir?’ cevap alıyor, sonra ‘İhsan nedir?’ diye soruyor. ‘Cenabı hakkı görüyormuşçasına kulluk etmektir’ yanıtı veriliyor. Kulluk, inançtan estetiğe kadar tüm hayatımızı içeren kurallar bütünü ve bunlara riayettir. Kulluğu yerine getirirken Allah’ı görüyormuşçasına görevini yapmış olmak yani sürekli denetim ve gözetim altında olduğunun bilinciyle yaşamak. Bu, irfani boyutta ahlaki derinliği de beraberinde getiriyor. Sadece şekilci bir İslami anlayış yerine irfani derinliği de bulunan, bir başka deyişle inançla davranışın ve ahlakın bütünleştiği iç içe geçtiği bir yapıdır.
Mâverâünnehir diye adlandırılan bölgede Fergana, Taşkent, Semerkant ve Buhara var. Semerkant kültür ve medeniyet şehridir. Fergana da hem itikadî hem de fıkhi ilimlerimizin önemli isimlerinin yetiştiği bir bölgedir. İki nehrin arası olarak da bilinen bölgede sembol şehir Buhara’dadır. Anadolu Müslümanlığı ve irfanını temsil eden kültür ve medeniyetimizin çıkışı burasıdır. Burada bilim ve irfan şekillendi ve Hoca Ahmet Yesevi ile Horasan Erleri ile o bölgeden Anadolu’ya intikal etti. Anadolu’nun fethinden çok önce bu gönül erleri gelerek toplumda İslam’a karşı bir sempati oluşturdu. Bu anlamda da Osmanlı’nın kurucu başkenti olması hasebiyle Bursa ön plana çıkıyor.
Bursa, ilk üniversitenin ilk medresenin Dâvûd-i Kayserî tarafından İznik’te oluşturulduğu; Molla Fenârî, Hayali, Hocazade gibi âlimlerin yetiştiği bir kenttir. Bursa, Anadolu coğrafyasının İslamlaşmasının neşv-ü nemâ bulduğu, yeşerdiği bir sembol şehirdir. Kültür ve ilim, Bursa’da bir medeniyet haline dönüştü. Ve biz, Batı’ya intikal ederek Viyana önlerine kadar gittik. Orada da bir İslam toplumu oluşturmuş olduk. Özellikle Bosna-Hersek’te. Bu sebeple Bosna-Hersek de Batı’da İslam’ı sembolize eden merkezlerden biridir. Yani bir elimiz Buhara’da, Fergana’da ve Semerkant’ta; oradan aldığımız ışığı burada geliştiriyoruz ve hareket ettirici güç halinde Batı’ya intikal ettiriyoruz. 3B formülünün böyle bir anlatımı var. Bu da Prof. Dr. Mustafa Kara’nın ortaya koyduğu bir formüldür.
Türkiye akademisi, ata yurttaki bu fikri mirasın ve zenginliğin ne ölçüde farkında?İslam Düşünce Tarihi’nin bir rivayeti temsil eden yani nesilden nesle sözlü aktarım yoluyla sürdürülen bir yaklaşımı var. Bu daha çok hadisçiler marifetiyle intikal ediyor. İslam Dünyası’nda önemli kabul edilen 6 hadis kitabımız var; Kütüb-i Sitte. Bu 6 kitap, yazarlarının adıyla anılıyor. Buhari diye biliyoruz esasen kitabın adı el-Câmiu's-Sahîh. İmam Buhari, Buhara’da doğmuş ama Semerkant’a yakın bir külliyede metfun. Bunun dışında Buhara’da Hanefi fıkıhçılarının metfun bulunduğu önemli mezarlıklar var. Mesela Fergana’ya 17 kilometre mesafede ‘Mergînân’ diye bir şehir var. Orada Burhâneddin Mergînânî diye bilinen bir zat var ki Hanefilerin fıkıh eğitiminde baş tacı yaptıkları ‘el-Hidâye’ adlı kitabın yazarıdır. Orada yazılmış ama uzun süre Osmanlı medreselerinde fıkıh mekteplerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Ruslar, Fergana vadisinin büyük bir kısmını Özbeklere bırakmış, kalan kısmını da Kırgızlara bırakmış. Kırgızistan’ın o bölgesinde ‘Oş’ şehri var ki nüfusu büyük ölçüde Özbeklerden oluşuyor. Orada da yine önemli bir İslam âlimi yetişmiş; Ali bin Osman el-Oşî, 66 beyitlik bir manzumesi var. Yani akaid risalesi denilebilir. Osmanlı medreselerinde de özellikle de Karadeniz’de eski usulde eğitim öğretim gören insanlar, bu manzumeyi ezberler. Mâtürîdîlerde iki önemli manzume vardır. Bunlardan birisi de bu 66 beyittir. İlk mısraı ‘Emali’ kelimesiyle başladığı için Emali manzumesi deriz. Burada Mâtürîdi düşüncenin şiirsel anlatımı vardır. Her bir beyit, Mâtürîdiyye’nin itikadî konudaki görüşünü verir.
Semerkant’ın özelliği ise bilim ve teknoloji açısından ilk İslam rasathanesinin orada kurulmuş olmasıdır. Uluğ Bey önemli bir isimdir. Uluğ Bey aynı zamanda Timur’un torunudur. İyi bir âlim, mütefekkir, düşünür ve astronomdur. O günün şartlarında belki de Batı’nın ulaşamayacağı noktalara çok erken dönemde ulaşmış ve yol göstermiştir.
Oraya yakın bölgede de İmam Mâtürîdî var. 863-944 yılları arasında 90 yıla yakın yaşadığı ve hidayet imamı diye biliniyor. İmam Ebû Hanîfe silsilesinden geliyor, yani öğrencisinin öğrencisi gibi… İmam Mâtürîdî, İmam Ebû Hanîfe’den almış olduğu itikadî konudaki görüşleri sistematize ederek belki ilk defa bir ehlisünnet kelam kitabı yazan âlimlerden biridir. Bir tarafta İmam Eş’arî var, bir tarafta da İmam Mâtürîdî. Yani Eş’arilik ve Mâtürîdîlik. Elimizde bugün ‘Kitabu't Tevhid’ adlı eseri var. Bu eser, İslam Araştırmaları Merkezi’ndeki (İSAM) arkadaşlarımız tarafından editörlüğü yapıldı ve dilimize tercüme edildi. Editörlüğünü doktora hocam, Prof. Dr. Bekir Topaloğlu yaptı. İmam Mâtürîdî’nin Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân ve Teʾvîlâtü’l-Mâtürîdiyye diye bir tefsiri var. Bekir hoca, İSAM’daki bir ekiple birlikte bu eseri bastı. Sonra bir vakıf, bu eseri Türkçe’ye tercüme ettirdi. Ümraniye Belediyesi, bu vakfın katkıları ve Ensar Yayınları marifetiyle de tercüme edilen eser basıldı. Mâtürîdîlik ve İmam Mâtürîdî’ye en büyük hizmeti Türkiye’deki akademisyenler yaptı. Bunu yapma borcumuz vardı. Buna katkı sunan şuna rahmet olduğunu bildiğim iki hocamız var; biri Bekir hocamız biri de Kemal Sandıkçı hocamız. Onlara rahmet diliyorum. Hayatta olanlara sağlık ve afiyet diliyorum. Hakikaten hem İslam kültür dünyasına çok önemli katkılar sundular hem de mezhebimizin önemli bir imamının tarih sahnesinden silinmeye yüz tutmuş yazma eserlerini önce edisyon kritiğini yaparak matbu Arapça’ya sonra da Türkçe’ye kazandırdılar. Hem kelama hem de tefsir ilmine hizmetleri oldu.
Bir de Nakşi ve Hâcegân silsileleri var. Bu konuda da bilgi verir misiniz?İrfani gelenek açısından baktığımızda bir silsile de 7 mutasavvıf var. Nakşi silsilede; Bahâeddin Nakşibend’den Ubeydullah Ahrâr’a kadar 7 mutasavvıf da Buhara’da metfun. Oralarda çok güzel külliyeler yapılmış; camileri, medreseleriyle… Özbekistan, Sovyetler dönemindeki dinden uzaklaştırma faaliyetini bu zevatın kabirleriyle yenebilmiş ve günümüze intikal ettirebilmiş.
Şah-ı Nakşibend’e kadar olanlara Hâcegân silsilesi deniyor. Çünkü Şah-ı Nakşibend’in metfun bulunduğu köyün adı Hâcegân; yani hocalar anlamına geliyor. Ondan önce de Yusuf Hemedanî ki oda Türkmenistan’ın Merv şehrinde metfun. Yani oradan da bir irfani gelenek bize intikal ediyor. Anadolu Tasavvufu dediğimiz sahih ve istikamet üzere bir tasavvuf anlayışının bu coğrafyaya intikalinde de önemli roller üstleniyorlar.
Dil ve gelenekler açısından bu şehirlere baktığınızda neler gördünüz?Coğrafya olarak dile baktığınızda da örneğin ben 1 ay kalsam Özbekçe’yi çok rahat konuşabilirim. Çünkü kelimelerimiz yüzde 60-70 benzer fakat telaffuzlarımız farklı. Dil, Batı’ya geldikçe yumuşuyor. Orada özellikle de genç nesil, ülkemize gelmeden bilhassa Türk dizileri marifetiyle önemli bir dil yatkınlığı kazanmış. Öte yandan aile hayatı ve aile kurumunun devamı noktasında belki de Türk toplulukları içerisinde en dikkatli ve titiz davranarak aileyi korumayı başarabilmişler. Geleneksel kültürü devam ettirebilmişler.
Türkiye ile Özbekistan arasındaki mevcut ilişkiyi nasıl yorumlarsınız?Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev arasında çok iyi bir dostluk var. İki cumhurbaşkanının iradesiyle bizim Sağlık Bilimleri Üniversitemiz, Buhara’da bir tıp fakültesi bir de sağlık hizmetleri meslek yüksekokulu açmış. Orayı da ziyaret ettik. Öğrenciler, üçüncü sınıfta ve çok memnun ve gayet güzel Türkçe biliyor. Her dönemde veya 3 ayda bir Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nden asgari 5 hoca, oraya gidiyor. Bu bir fedakârlık ister. Nasıl ki biz bugünkü Müslümanlığımızı ve kültürümüzü o insanlara borçluysak şimdi bu borcumuzu ödeme dönemidir. Böyle idealist bir yaklaşımda olmamız gerekiyor. Bir de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin (ETÜ) Taşkent’te bir şubesi var. Bu sayıların artması icap ediyor.
Bu ziyaret programının amacı neydi?Gezide ana hedefimiz Türkiye ile Özbekistan arasında aynı Türk-Kırgız Manasa Üniversitesi, Türk-Kazak Ahmet Yesevi Üniversitesi gibi Türk-Özbek Üniversitesi’nin tesisi için görüşmelere gidildi. Görüşmeler olumlu geçti. Burada da oraya giden rektörlerin katkı sunabileceği fakülteler olacak. Örneğin biz, ziraat ve tekstil konusunda katkı sunabiliriz ki böyle bir yetkinliğimiz var. Ankara, Ege ve Bursa Rektörleri olarak YÖK Başkanvekilimizin başkanlığında, Tarım bakan yardımcısı ve Taşkent Tarım Üniversitesi ile karşılıklı iş birliği görüşmelerimiz oldu.
Özbekistan’ı daha önce ziyaret etmiş miydiniz? Ne gibi tespitlerde bulundunuz?Daha önce 2015 yılında ziyaret etmiştim. 7 yıl içinde çok ciddi mesafe aldıklarını gördüm. Tarım bakan yardımcısının bizlerden bir talebi oldu ve ‘İki devlet anlaşsa biz, her yıl Türkiye’deki ziraat fakültelerine bin öğrenci göndersek. 1 yıl Türkçe öğrenseler 4 yıl eğitim alsalar ve sonunda 5 bin ziraat mühendisi kazandırsak Özbekistan tarımda patlama yapar’ dedi. Gerçekten çok verimli toprakları var. 3-4 metreden su çıkıyor ama sıcak bir bölge. Tarımda çeşitli yöntemlerle güneş ışığını engelliyorlar. Orada toprak bilimi ve bitki besleme bölümlerine ihtiyaç var. Ayrıca bitki korumaya, tarla ve bahçe bitkilerine ihtiyaç var. Tarım ekonomisine ihtiyaç var. Zootekniye ihtiyaç var. İpekböcekçiliği çok gelişmiş. Buralarda Türkiye çok ciddi destek verebilir. Kaldı ki son yıl ziraat fakültelerinde, biz de bile oldu ki çok gelişmiş bir ziraat fakülteyiz, kontenjan boşlukları oldu. Her yıl Özbekistan’dan bin öğrenci getirilse 30 ya da 25 üniversiteye dağıtılsa fakülte başına 40 öğrenci düşer. 8 bölümümüze 5’er öğrenci düşer ki zaten bizim kontenjan boşluklarımız var. Bununla çok iyi bir hizmet sunabiliriz. Benzer yöntem tekstil ve mühendislikte de olabilir.
Son dönemde Bursa’dan da bazı akademisyenler, Türk cumhuriyetlerindeki üniversitelerde görev alıyor. Özbekistan’da da benzer örnekler var mı?Bu manada sevindirici olan gelişmeler de var. İki arkadaşlar karşılaştık. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden bir profesör arkadaşımız, Taşkent İnşaat ve Mimarlık Üniversitesi’ne rektör olarak gitmiş. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden bir doçent hanımefendi, çocukları da olmasına rağmen tam bir derviş edasıyla Semerkant’a gidiyor, İnşaat ve Mimarlık Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapıyor. Bunlar göz yaşartıcı adımlardır. Belki 20 yıl sonra bu adımlar meyvelerini verecek ve Dünya’nın 5’ten büyük olduğunu tüm dünya kabul edecek. Buraya öğrenci geliyor ve okutuyoruz, bir hizmet yapıyoruz ama bizim oraya gitmemiz ayrı bir fedakârlıktır.
Gerçekten önemli bir sorumluluk… Geçmişte benzer adımlar var mıydı?Ben, bunu ilahiyatta da yaşadım. Türkmenistan’da Mahtumkulu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencileri, hazırlık ve 1’inci sınıfı burada okudu, kalan eğitimini orada tamamladı. Buradan her yıl 5 hocayı oraya gönderdik. Ve 90’lı yılların ikinci yarısında namüsait şartlarda gönderdik. Bu önemli bir hizmet ve bunu yaygınlaştırabildiğimiz ölçüde Türk-İslam Dünyası’nın çok daha büyük bir cazibe merkezi haline geleceği kanaatindeyim. Ve belki dünya dengelerini yeniden inşa edecek bir yapı ortaya çıkacak. Yani işin biraz da uluslararası siyaset boyutu da var. Hadiseye sadece eğitim boyutuyla bakmamak lazım. Çok yönlü bir projeksiyonla değerlendirmekte fayda var.
Özbekistan Bursa Fahri Konsolosu Ali Baklan ile de temasınız oldu mu? Oradaki Türk iş insanlarının yatırımlarını izleme fırsatınız oldu mu?Ali bey ile görüşüyoruz. Hatta fahri konsolosluk açılışına da katıldım. Biz, iş birliklerine hazırız. Onun da orada işleri var. Ayrıca o bölgede Türk müteahhitlerin çok ciddi yatırımları var. Mesela DEİK’in Türk-Özbek İş Konseyi’nden arkadaşlar, şuanda Taşkent’in en büyük gökdelenini yapıyorlar. Orası bir deprem bölgesi olmasına rağmen 52 katlı bir yapı inşa ediyorlar. Muazzam bir yapı yükseliyor ve eylül gibi tamamlayacaklar. Takriben 300 milyonluk bir yatırım olacak. Müteahhitlik hizmetlerinde Türkiye, orada ön saflarda yer alıyor. Bu sadece bir ticaret de değil. Kardeşlik duygusunun pekiştirilmesi açısından da bu önemlidir.
Öğrenci gönderme talebi için resmi bir girişim var mı?Sovyetlerden bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetlerinde bürokrasi halen o eski mantığı tam silkeleyebilmiş değil. Yani biz bu kadar demokratikleşmişken dahi devlet işi özel üniversiteler veya sivil kurumlar kadar hızlı ilerleyemiyorsa orada çok daha yavaş olduğunu kabul etmek gerek. Talebi şifahi olarak dile getirdiler. Resmi olarak talep bekleniyor. Muhtemeldir ki cumhurbaşkanlarına iletecekler ve bize talep gelecek. Biz, konuya sıcak baktığımızı ifade ettik. Şuan Özbek öğrenci sayımız 100’ün üzerindedir.
Ziyaretinizi sosyal medya paylaşımlarınızdan da takip ettim. Sizin için bir de sürprizle karşılaştınız. Biraz bahseder misiniz?Taşkent’te Uluslararası İslam Akademisi’ni de ziyaret ettik. Burada Hanefilik ve Mâtürîdîlik çalışmaları yapılıyor. Orada da bizi bir sürpriz karşıladı. Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi’nden Mâtürîdîlik üzere çalışmak üzere bir araştırma görevlisi kızımız oradaydı.
Bizim üniversitemiz açısından bir sürpriz de yaşadık. Bir öğle sonrası Buhara’da Gʻijduvon şehrine gidecektik orada Abdülhâlik Gucdüvânî var. Bizim minibüse bir arkadaş bindi. ‘Bu arkadaş Türkçe’yi iyi bilir size mihmandarlık yapacak’ dediler. İstanbul Üniversitesi Rektörü de ‘Ben Semerkant’a gelmiştim. Orada tanışmıştık. Bu arkadaşımızın adı Nasrullah’tır. Türkçe’yi iyi bilir’ dedi. Sohbet anında bir rektör hoca, ‘Nasrullah bey Türkçe’yi nerede öğrendin?’ diye sordu. ‘Ben Türkiye’de okudum’ dedi. ‘Nerede okudun?’ diye sordu. ‘Bursa ilahiyatta okudum’ dedi. Benim de yüzümde maske vardı. Yanımda oturuyordu maskeyi indirip ona döndüm ‘Kılavuz hocam’ dedi ve elimi öpmeye sarıldı. 98 yılında mezun etmişiz. Ki o yıllarda Özbekistan’dan çok nadir öğrenci gelirdi. Çünkü İslam Kerimov cumhurbaşkanı iken Özbekistan, Türkiye’ye mesafeliydi.
Hocalığın güzel tarafı bul olsa gerek?Evet. Arkadaşlar, Balkan seferine gitti. ‘Her gittiğimiz şehirde Saim Hoca’nın bir öğrencisi ile karşılaştık’ diyorlar. Yani hocalığın güzel tarafı budur.
Toplumsal refah ve huzur açısından bir gözleminiz var mı? Bir de Kerimov döneminin mesafeli yaklaşımı değişmiş mi?Milli gelirleri hâlâ fazla değil ama 7 yılda muazzam bir gelişme var. İnsanlar, mutlu ve memnun görünüyorlar. Bu dönemin de etkisi var tabi. Biz, 2015’te gittiğimizde İmam Buhari Araştırma Merkezi’ne girmek istedik ama sınav var diye almadılar. İslam Kerimov zamanıydı; aynı şekilde Mir Arap Medresesi’ne girmek istedik yine sınav var diye almadılar. Şimdi ise medresenin içine girebildiğim gibi hoca odalarına kadar ziyaret edebildim. Yaklaşım çok rahatladı.
O yıllarda su kullanımı konusunda çok ciddi ihtiyaç hissediliyordu. Her türlü ihtiyaç için yanımızda 1,5-2 litre su taşıyorduk. Şimdi bunların hepsi çözülmüş durumda. Su ve kâğıt kullanımı yaygınlaşmış. Bayındır şehirler, daha da gelişti. Eskiden bu ziyaret yerleri köhne haldeyken şimdi artık çok temiz. Özel güvenliklerle korunuyor. 35 milyon ile Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri arasında en kalabalık nüfusa sahip ülkelerden biri. Bir avantajı da asırlardır bir devlet tecrübesine sahipler.
Tarihi sembol isimlerin türbelerini de ziyaret ettiniz…Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin de metfun olduğu Şah-ı Zinde Türbesi’ni YÖK Başkanımızla birlikte ziyaret ettik. İmam Mâtürîdî, Gucdüvânî ve Şah-ı Nakşibend kabirlerini ziyaret ettik. Cuma namazını Hâcegân köyünde Şah-ı Nakşibend Camii’nde kıldık. İtikat, Fıkıh ve İrfan; üçünü de mezcetmiş bir coğrafya.
Mâtürîdîlik Türkiye’de inanç düzleminden çok özellikle bir kesimin yönlendirmesiyle siyasal zeminde gündeme geliyor. Mâtürîdîlik, orada nasıl algılanıyor? Yeterince tanıyorlar mı?Türkiye’deki gibi kısmen siyasallaşma diyebileceğimiz bir hadise yok. Ama bir başka veçhesi gelişmiş durumda; İmam Mâtürîdî’yi biraz da böyle tasavvuf büyüğü gibi tanıma ve tanıtma yapılıyor. Bunun yanında ciddi anlamda araştırma enstitüleri kurmuş ve akademilerde değerlendiriyorlar. Hatta öğrencisinin öğrencisi Ebû Seleme es-Semerkandî var. Hayatı hakkında çok fazla bilgi yok. Dünyada tek bir yazma nüshası var o da Süleymaniye Kütüphanesi Seyit Ali Paşa Kütüphanesi’nde bulunuyor. Bu, benim 89’da doçentlik dosyası içinde sunduğum çalışmalardan biriydi. Tek nüsha çok zor ve onun edisyon kritiğini ve tecrübesini yaparak ve girişine de bir inceleme yazarak ‘Ebû Seleme es-Semerkandî ve Akaid Risalesi’ adıyla neşrettim. Sonra Endülüs Yayınları, 2 yıl önce bunu yeniden bastı. Mesela onlara bu şahıstan bahsettim. Adını duymuşlar. 30 yıl önce Mâtürîdî’yi de bilmiyorlardı. Onlara ‘Ebû Seleme es-Semerkandî’den söz edince ‘Hocam çevrimiçi olarak bizim hoca ve öğrencilere yönelik sunum yapabilir misiniz?’ dediler. Kabul ettim.
Azerbaycan ve Özbekistan, Sovyetler Birliği’nden ayrılıp bağımsız devletler haline gelince İstanbul Aydınlar Ocağı, o bölgeye 10 günlük bir gezi düzenledi. Bu ekibin içerisinde Sabahattin Zaim hoca, Süleyman Yalçın Hoca, İlahiyattan da Bekir Topaloğlu hoca ile Hayrettin Karaman hoca vardı. Semerkant’a gittiklerinde İmam Mâtürîdî’nin kabrini ziyaret etmek istemişler. Çoğu kimse bilememiş. Sonra bir yaşlı zata sormuşlar o da bir başka mahalledeki yaşlı birine yönlendirmiş. Onu bulmuşlar ve birlikte mezarın yerini tespit etmişler. Bu mezarlık esasında Hanefilerin ve Mâtürîdîlerin metfun bulunduğu özel bir yer ve adı; Çakerdize Mezarlığı. Sovyetler, bu mezarlığın bir kısmını Semerkant’taki Yahudilere satmışlar. İşte İmam Mâtürîdî’nin kabri, bir Yahudi’nin bahçesindeydi. Hocalar gitti tespit ettiler. Sonra Türkiye Diyanet Vakfı’na başvuruldu. Sonra devreye İstanbul’daki bir takım zenginler girdi. 2005 yılında mezarın yeri satın alındı. İhlas Vakfı devreye girmiş ve bir mezar yeri ortaya çıkmış. Sonra İslam Kerimov döneminde İmam Mâtürîdî’nin de kabrini yapalım demişler ve güzel bir mezar oluşturmuşlar. Çünkü bir milleti tekrar oluşturabilmeniz o milletin önemli şahsiyetleriyle mümkün olabiliyor.
Son olarak ata yurttaki Türk cumhuriyetlerinde özellikle 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası FETÖ tehdidi gündeme geldi. Özbekistan’da bu manada bir ize rastladınız mı? Nasıl bir durum var orada?Yok. İslam Kerimov, dini hayatla ilgili belki o zaman Arap ülkelerindeki Selefilik’ten de endişe ettiği için FETÖ’ye Rusya’dan çok önce mesafe koyan ve hatta yasaklayan kişiydi. İslam Kerimov, Müslümanların rahatlatılması konusunda belki bir adım atmadı ve bu belki bir şer tablosu gibi gözükebilir ama bu bir hayrı da beraberinde getirdi. FETÖ’ye ciddi engeller koydu ve ülkeye sokmadı. Dolayısıyla hiçbir izine rastlamadık. Belki de Orta Asya’da Türk Cumhuriyetleri içerisindeki tek ülkedir. Bu konudaki başarıyı da tebrik ve takdir etmek gerekiyor.